Bâtınî Gelenek 2. Bölüm
Şimdi, Anadolu’ya etkileri bakımından “Doğu Dünyası”na bir bakalım…
Tibet
Dünya kültürüne kaynaklık etmesi bakımından Hermes öğretisine paralel (İ.Ö. 7.yy.) Tibet tapınaklarında yapılan öğreti dikkate değer niteliktedir. İlginçtir ki daha sonra yöreye adını veren Tibet, başlangıçta bir tapınağın adıdır ve doğru söylenişi The-Beth (Tebet) olup anlamı “Tanrı-Evi”dir. (Bu bağlamda Antik Mısır’ı anımsayabiliriz. The: Tanrı; Beth: Ev)
Bu tapınaklar zor ulaşılır yerlere kurularak çeşitli baskılardan uzak tutulmak istenmişti. Diğer ezoterik okulların benzeri olarak bu tapınaklara girecek olanlar, tapınağın rahiplerince, özenle halkın içinden seçilip “inisiyasyon” (tekris, katılım) törenleriyle sınavlardan geçirilerek öğretiye sokulurlardı.
Tibet’teki tapınaklarda da Hermetik öğretideki gibi yalnızca doktrinel bir öğreti yoktu. Bunun yanında mistik deneyimler yoluyla elde edilen bilgilerle öğreti geliştirilmekteydi. Bu tapınaklar bir bakıma İnsan Laboratuvarları niteliğindeydiler. Bu insan laboratuvarlarında çeşitli deney ve gözlemlerden –bunlar daha çok yoga, mantra yoluyla transa girme biçimindeydi– oluşan bilgiler, bugünkü gözle bakıldığında psikolojik nitelikteki bilgilerdi.
Hindistan
Tibet’teki bu çalışmalar Hindistan’a yayılarak binlerce dinin oluşmasına neden olmuştur. Bunları beş grupta toplamak olanaklıdır:
(1) Vedizm: (İ.Ö. 2000) Vedizmde Veda-Anta (Ereksel-Bilgi) ile uğraşılır. Ana düşünce, Atman’ın (bireysel ruh) Maya’nın (aldatıcı görünüşler dünyası) aldatıcılığından Vedanta ile kurtulup tek ve evrensel gerçek sayılan Brahman ile birleşmesidir. Bu görüşte, Atman ile Brahman özdeş olarak kabul edilir.
(2) Brahmanizm: (İ.Ö. 9. yy.) Din adamları Vedalar’ı yorumlayarak kurumlaştırdıklarında ortaya Brahman Dini çıkmıştır. Brahmanizm’in en ünlü kişiliği Krishna‘dır. Krishna, Brahman ile birleşmiş bir yol gösterici olarak kabul edilir. Krishna’nın sözleri doğrudan Brahman’ın sözleridir; o hiçbir şeyi kendi nefsinden söylemez.
Upanishadlar (İ.Ö. 7. yy.), kurumlaşmış Brahmanizm’e yeni yaklaşımlar getiren yorumları içermektedir. Brahman bir inanç değil, bir akıl ilkesi olarak ele alınmıştır. Atman’ın maddesel bedenle birleşmesinden sonra doğan yükten kurtulması için “Bilgi Gücü” gereklidir. İnsan kendini tanımaya uğraşmalı, kendi üstüne düşünmelidir. Sonunda kendi Atman’ının Brahman’a özdeş olduğunun bilincine erince kişi aydınlanmış kabul edilir.
Upanishadlar’da (Kutsal Vahiy) yazılı ünlü “Vedanta” bunu çok güzel ifade eder: “O (Brahman) birdir ve her şeyin görünmez nedeni ve içeriğidir; her şeyle ve her şeyde tecelli eden (görünüşe çıkan) O’dur; O Atman’dır (nefs) ve dolayısıyla O sensin.”
Upanishadlar’ın Brahmanizm’den farkı, inanç ve mistik pratikler yerine, “düşünce”yi önermesidir (bu anlamda felsefeye geçiş).
(3) Jainizm: (İ.Ö. 6. yy.) Jainizm önce güzelliğe sonra Nirvana‘ya erişmeyi esas alır. Budizm’den farklı olarak Nirvana’ya erişen kişi benliğini sürdürür, evrenselde eriyip gitmez.
(4) Budizm: (İ.Ö. 560-450) Budizmin kurucusu Gautama Shakyamuni adlı bir Türk prensidir. Hinduizmin temelinin mitolojik ve ritüelik yapısına karşın Budizm tamamen psikolojiktir. Tanrı ya da doğanın oluşumu yerine insanların acıları, hastalıkları, üzüntüleri ele alınmış ve öğreti metafizik değil psikoterapik temele dayanmıştır.
Acı ve üzüntülerin nedeni trishna (trişna), tutmak, bırakmamak, yapışmak, vazgeçmemektir. İnsanlar bilgisizlik yüzünden gerçekliğin akıcı ve hep değişmekte olan biçimlerine bağlandıkça neden-sonuç kısırdöngüsünden kurtulamaz, acı duyarlar. Bu duruma Samsara yani “yaşamın ve ölümün tekerleği” denir. Bu tekerleği harekette tutan kuvvet ise Karma yani nedensellik zinciridir.
Acı ve üzüntülerden kurtulmak insanlar için olanaklıdır. Samsara’nın sonsuz dairesi kırılır, Karma’nın tutsaklığından kurtulunursa Nirvana denilen mutlak özgürlüğe ulaşılır. Nirvana’ya ulaşmak için isteklerden arınmak gerekir. Bu özgürlük durumunda, özbenlik kavramının yanılsamasından kurtulup tüm yaşamın bir ve bütün olduğu anlaşılır ve sürekli algılanır. Nirvana, Hinduların Moksha kavramı ile özdeştir. Tüm düşünsel kavramların ötesinde olan bir bilinçlilik durumunu yansıttığı için söze gelmez, anlatılamaz, açıklanamaz.
Buda’ya göre hiçbir şey kendisiyle özdeş kalamaz, yalnızca akıcı bir süreklilik vardır. (Herakleitos’u anımsayalım.) Buda mistisizminin biricik “ide”si Nirvana’dır. Öteki unsurlar ussal ya da kuşkucudur. Buda, evrenin kaynağı ve ereği gibi metafizik sorunlarla ilgilenmemiş, bunu yararlı bulmamıştır. Yalnızca insanları acılarından kurtarmayı esas almıştır.
Buda, gelenek haline gelen kastları/sınıfları yadsımış ve insanların eşitliği ilkesini koymuştur: “İnsanlar arasında derece ve kast/sınıf ayrımı olamaz,” ve “Kardeşlerim! Kurtuluşu, ancak kendi istencinizde arayın; çünkü insanı hapseden şeyler sizin içinizdedir.”
Budalık da Hermeslik gibi bir isim değil, bir sıfattır. Kim Nirvana’ya ulaşırsa o Budadır, aydınlanmıştır.
(5) Hinduizm: Hinduizmin kökleri Vedizm ve Brahmanizm’den kaynaklanır. Bu düşüncede kurtuluşa ermenin altı yolu vardır (darçana).
Hint düşünce ve inancını derleyip toparlayan, Mahabharata destanının belirli bölümlerini de içeren kutsal yazmalar (purana) niteliğindeki en önemli eser Bhagavad Gita‘dır. Bu kitapta tefekkür, amel (edim) ve bilgi hakkında birçok açıklama bulunmaktadır.
Hint’te Brahma, Vishnu ve Shiva üçlemesi vardır:
Çin
Çin uygarlığı, Mısır ve Hint uygarlıkları gibi en eski uygarlıklardandır. Biz uygarlıklar içinde ortaya çıkmış bilgeliklerin irfanına bakarak onlar arasındaki içsel ilişkiyi görmeye çalıştığımızdan, bu uygarlıkların diğer yönlerini istemeyerek gözardı ediyoruz. En eski uygarlıklardan biri olan Çin’in her zaman Orta Asya Türkleri ile sıkı teması olmuştur. Çin’de kurumsal anlamıyla hiçbir zaman bir din olmamıştır, Çin daha çok ilkeler ülkesidir. Çin’de halk, üç ilke olarak da söylenen Tao Öğretisi, Konfüçyüs Öğretisi ve Buda Öğretisinden yararlanmıştır. Ancak bunlar din biçiminde değil, “bilgelik” olarak kabul görmüştür.
Değişimler Kitabının temel öğretisi, tüm nesne, olay ve olguların dinamik oluşu, sürekli değişimleri ve başka biçimlere dönüşümleridir. Bu kitaba göre bütün var olanlar en büyük akıl olan Tao’ya sıkıca bağlıdır. Bu da bütünsel varlık Taichi’dir. Taichi’den iki evrensel ilke, iki karşıt ilke ortaya çıkmış, bunlar evrenin oluşumunu sağlamış ve Yin-Yang diye adlandırılmıştır.
Çin’de düşünce etkinliği aşağı yukarı İ.Ö. 6. yy.’da başlar. İ-Ching’den kaynaklanan Tao-Taichi öğretisini en yetkin konumuna ünlü bilge Lao-Tzu (İ.Ö. 260) getirmiştir. Lao-Tzu’nun kitabı Tao-Te-Ching’dir. Tao yol olarak adlandırılmıştır ve şöyle tanımlanmıştır: “O, kendiliğinden değişip başkalaşan, başka varlıkları oluşturan, yine de kendinde değişmez ve başkalaşmaz olarak kalandır.” Buradaki yolun bir diyalektik süreci anlattığı açıkça görülmektedir.
Tao, sonsuzluk gibi dingindir. Taichi, Yin ve Yang’ı taşımakta çelişik ve devimlidir. Tao-Taichi, süregiden çelişik birliğin ilkesi olarak Kavram’dır ve “bir” simgesiyle gösterilmiştir. Lao-Tzu’nun yaşam ilkesi şudur: “Doğaya göre devin, onun yasalarıyla özdeş ol.”
Konfüçyüs (Kung-Fu-Tzu) (İ.Ö. 557-479) öğretisi mistik değil, tamamıyla pratik ahlâk öğretisidir. Bu öğreti dinsel ve metafizik hiçbir öge içermez.
Çin Öğretisi ve Modern Fizik
Çin felsefesinin altın çağı Chou dönemi (İ.Ö. 500-221) olarak bilinir. Çinliler düşünülerini bir yandan toplumun yaşamı, insan ilişkileri, ahlâki değerler yönünde geliştirmişler, bir yandan da mistik deneyler yapmışlardır.
Çin mistisizmi toplumsal ve günlük yaşamın daha yüksek bir bilinçlilik düzeyine yükseltilmesini amaçlar. Bu düzeye ulaşarak evrenle mistik bir birleşmeye gidenlere de “aydınlanmış adam” anlamına gelen “bilge” adı verilmiştir. Bilge, kendi bilincinde insan doğasının iki karşıtlığını, yani sezgisel bilgi ve pratik bilgiyi birleştirmiş kişidir. Çinliler bu karşıtlığa “bilge” ve “kral” derler. Chuang Tzu’nun deyişiyle, “sessizlikleri ile bilge, davranışları ile kral” olmaktadırlar.
İ.Ö. 600’lerde bu karşıt ögeler Konfüçyanizm ve Taoizm adı altında iki felsefi okula dönüşmüştür. Konfüçyanizm, toplumsal örgütlenişin, insan aklının ve pratik bilginin felsefesi olmuş; Taoizm, doğanın gözlemlenmesi yolu ile doğanın yolunu (Tao) keşfetmeye çalışmıştır. Taoistlere göre insanların mutluluğu, onların doğal düzene uyumu ile orantılıdır. İnsanlar içlerinden geldiği gibi hareket etmeli ve sezgisel bilgilerine güvenmelidirler. Ancak ayrı gibi görünen bu iki karşıt görüş, Çin’de insan doğasının bütünsel kavranışının iki değişik görüntüsü olarak algılanmaktadır.
Konfüçyanizm ismini Kung-Fu-Tzu’dan (Konfüçyüs) almıştır, Taoizm’in kurucusu ise Lao-Tzu’dur (yaşlı üstat). Hintliler gibi Çinliler de görünen nesne, olay ve olguların ardında onları bütünleştiren bir gerçeğin var olduğuna inanırlar ve ona Tao (yol, ya da akan ve sürekli olarak değişen gerçeklik) derler. Tao evrenin izlediği yol ya da süreçtir, yani doğanın düzenidir. Konfüçyüs’ü izleyenlere göre ise Tao insana ve topluma ait bir kavram olup ahlâki açıdan doğru bir yaşamın yoludur, fakat Tao’nun (Kozmik Tao) esas anlamı, “en yüksek ve tanımlanamayan gerçeklik” olarak (ör. Brahman) açıklanmıştır.
Ancak Tao dinamik niteliği bakımından Hint kavramlarından ayrılır ve her şeyin dâhil olduğu kozmik bir süreci ve gelişmeyi ifade eder. Tao’nun temel karakteristiği, sürekli hareketliliğin ve değişimin sahip olduğu devirsel bir doğa anlayışıdır. Doğada ve insandaki tüm doğal gelişmeler gelip giden ya da genişleyip daralan devirsel kalıplardan oluşur. Bilgelik, bu devirsel kalıpları anlamak ve onlara uygun davranmak demektir. Başka bir deyişle, bilgelik, “altın orta yoI”u izlemek ve Lao-Tzu’nun sözleriyle aşırılığı, tutumsuzluğu ve tutkunluğu yok edebilmektir.
Yin ve Yang, Tao’nun değişim hareketinin devirlerini belirleyen kutupsal sınırlardır. Doruk noktasına ulaşan Yang yerini Yin’e, doruk noktasına ulaşan Yin ise yerini Yang’a bırakır ve Tao’nun tüm belirişleri bu iki kutupsal gücün dinamik etkileşiminden doğar. Yin ve Yang’ın anlamı bir dağın gölgede kalan kısmı ile güneş gören kısmıdır. Şu anda karanlık olan ve az sonra aydınlanacak olan Tao’nun kendisidir. Yin ve Yang’ın dinamik karakterini simgeleyen biçime Çinliler T’ai-chi T’u, yani “en yüce sonluğun şekli” derler. Bu simetrik, dinamik ve dönel (rotasyonel) simge, devirsel ve sürekli hareketliliği anlatır. İçindeki noktalar doruk noktasına gelen bir gücün, karşıt gücün tohumunu içinde taşıdığını gösterir. Chung-Tzu “Yaşam, Yin ve Yang’ın karışımından oluşan bir ahenktir,” demiştir.
Daha sonra Çinliler Yin ve Yang karmasından kozmik temel tiplere gitmek istemiş ve yeni sistemi İ-Ching’de (Değişimler Kitabı) açıklamışlardır. Kitap 64 değişik şekilden (hexagram) oluşmuştur. Her bir hexagram, kesik (Yin) ya da düz (Yang) altı yatay çizgiden oluşmakta, bunların kombinasyonlarının toplamı 64 etmektedir. Bu hexagramlar Tao’nun insanda ve doğada rastlanan çeşitli durumlardaki kalıplarını yansıtan kozmik arketiplerdir (eski çağlardan kalma genel düşünce kalıpları). Bu kozmik kalıplara yüklenmiş bilgilerin “görüntü” denen açıklamalarının ve her bir çizginin mitolojik yorumunun birlikte değerlendirilmesiyle, ilgili kişiye ya da duruma ait hexagram saptanırdı. Amaç o anki kozmik kalıbı görünür hale getirmek ve bu öngörüden çıkan en uygun hareketi belirlemekti. Değişimler Kitabı’nın temel öğretisi, tüm nesne, olay ve olguların dinamik oluşu, sürekli değişimleri ve başka biçimlere dönüşümleridir.
Mistik deneyim, gerçekliğin akıl-dışı ve doğrudan doğruya yaşanması demektir. Bu deneyimi geçenler, evrendeki tüm nesne, olgu ve olayların bütünselliğini ve karşılıklı etkileşimlerini kavramış olurlar. Dünyadaki her görünüm bu temel “tek olan gerçekliğin” parçasal dışavurumudur. Bu “tek” ve “bütün” olan gerçeklik; Hinduizmde Brahman (biçimsiz, ölümsüz, dinamik), Budizmde Dharmakaya (varoluşun bedeni), Taoizm’de ise Tao (akan ve sürekli olarak değişen) olarak adlandırılmıştır. Ayrılık ve görünümlerin bir ve bütün olduğunu kavramak için aklın sakinleştirilmesi ve dinginlik kazanması gereklidir. Sanskritçede aklın dengede olması, samadhi anlamına gelen meditasyon yardımıyla, akıl, evrenin temel bütünselliğini deneyimlemek için sakin ve dingin bir duruma sokulur. “Bir”deki “birlik”i ya da “Birlik”in “bir, tek ve bütünsel” oluşunun farkındalığına ulaşmak “Aydınlanma”dır.
Modern fizikteki son bulgular maddenin derinliklerine inildikçe parçacıkların birbirleriyle bağlantılı, bağımlı ve ilişkin; yalıtılmış değil, tersine örgün olduklarını ortaya koymuştur. Atom-altı düzeylerde klasik fizikte görülen sert maddesel nesneler, olasılık şekillerine dönüşmekte ve bu şekiller de nesnelerin olasılıklarını değil, karşılıklı etkileşimlerin olasılıklarını belirtmektedir. Kuantum kuramı bize evrenin fiziksel nesneler kümesi olmadığını, aksine her şeyin birbirine bağlandığı bir ilişkiler ağı olduğunu göstermiştir.
Doğu mistisizmindeki bu örgünlük, başka bir deyişle “kozmik ağ” her zaman insan bilincini yani “gözlemci”yi de kapsamaktadır. Modern fizikte de nesnenin kendi özelliklerinden söz edilemez. Ancak nesnenin gözlemci ile etkileşiminin sonuçları alınır. Heisenberg’in sözleriyle; “Gözlemlediğimiz şey doğanın kendisi değildir, doğanın yönelttiğimiz soruya verdiği yanıttır yalnızca.” Deney düzeni değişirse, gözlenen nesnenin özellikleri de değişecektir ve de önemli olan bu durumun gözlem tekniklerinin yetersizlikleri ile ilgisi yoktur.
Atom fiziğinde gözlemci soyutlanmış değildir, gözlem yaptığı alanın bir parçasıdır ve gözlemlediği nesneleri etkilemektedir. Kuantum kuramı “gözlemci” kavramı yerine “katılımcı” kavramını getirmiş ve evrenimizin katılımcı bir evren olduğunu açıklamıştır. Mistik bilgi, hiçbir zaman salt gözlemle elde edilemeyen, ancak insanın tüm benliğiyle olaya katılması sonucu yaşanan bilgi türüdür. Mistik deneyimde duyu ve algı dünyası aşılır, bilinen “nesne” yaklaşımı ortadan kalkar. Kişisel benlik, farklılaşmamış bütünselliğe katılarak “O”nda “O” olur.
Doğu dünya görüşündeki bu katılımcı yaklaşım, modern fiziğin görüşleri ile de örtüşmektedir. Kuantum kuramı “temelde birbirinden ayrı” parçacıklar yaklaşımını geçersiz kılmış, gözlemcinin yerine katılımcıyı koymuş ve ayrıca dünyayı tanımlarken insan bilincini de bu açıklamaya dâhil etmiştir. Bu bağlamda evren fiziksel ve zihinsel ilişkilerin birbirlerini karşılıklı etkilediği büyük bir ağ olarak algılanmaya başlamış ve bu ilişkiler yalnızca bütünle olan bağlantı aracılığıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Mistik deneyimlerde, özellikle Budizm, zihinsel ayrımlar ve duyusal etkiler sonucu yapay biçimde yaratılan karşıtlıklar dünyasını aşmayı ve ayrımsız bir anlayışı elde etmeyi amaçlar. Karşıtlıklar her iki tarafın karşılıklı etkileşiminin bir sonucudur. Bu bilinçle yaşayan erdemli bir insan, “iyi” için çalışan ve “kötü”yü yok eden kişi değil, iyi ile kötü arasındaki dinamik dengeyi korumaya ya da yeniden kurmaya çalışandır.
Doğu mistikleri, deneyim sonrası bilinçte bir genleşme oluştuğu için, uzay ve zamanın alışıldık algılanma biçiminin değiştiğini öne sürerler. Artık zaman ardışıklığı bitmiş, zamansızlık ve dinamik bir “sonsuz şimdiki an” yaşanmaktadır.
Nesnel İlişkinlik Kuramı da klasik fiziğin değişmez “mutlak” diye nitelediği uzay ve zaman gibi kavramları değiştirmiştir. Uzay ve zamanın, gözlemcinin konumuna ilişkin olduğunu ve onun yapısının maddenin dağılımı ile ayrılmaz bir biçimde bağlı bulunduğunu belirlemiştir. Bu nedenle uzay, kütleli cisimlerin yerçekimsel alanları tarafından eğilmekte, zaman da uzayın farklı yerlerinde farklı biçimlerde akmaktadır. Üç boyutlu Öklid uzayı ve lineer zaman akışı alışıldık deneyimlerdir ve yeni gerçekler önünde geleneksel yaklaşımlar geçerli olamamaktadır. Mistik görüşün savı, “gerçek olan”da uzay, zaman ve nedensellik olmadığı, bu deneyimi yaşayanın “karma”nın bağlarından kurtulmuş aydınlanmış ve bilge kişi olduğudur. Doğu mistikleri, evreni aralarındaki bağlantıların durağan olmadığı, dinamik örgün ve birbirinden ayrışmayan bir ağ biçiminde tanımlarlar. Bu kozmik ağ yaşam doludur, hareket eder, büyür ve sürekli olarak değişir.
Modern fizikte de benzer yaklaşımlar görmekteyiz. Kuantum kuramında maddenin dinamik yönü, parçacıkların dalgasal doğalarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İlişkinlik kuramı, uzay-zaman bütünselliği nedeniyle maddenin varlığının maddenin yaptığı hareketten ayrılamayacağını göstermiştir. Günümüzde evreni açıklamak için, dinamik, titreşen, etkileşen, bütünsel ve değişken gibi kavramlar kullanılmaktadır. Doğu mistisizminde ve modern fizikte ortaya çıkan bu dinamik dünya görüşleri, durağan biçimlere ya da herhangi bir maddesel öze yer bırakmamaktadır. Özetle, evrenin temel ögeleri madde tanecikleri değil, dinamik birer olasılık kalıplarıdır. Yaşamın gizini ve gerçeği arayan insanoğlu çok değişik yollar ve yöntemler kullanmıştır. Bilimsel ve mistik yaklaşımların yanında çeşitli inanç sistemleri, mantık biçimleri, edebiyat ve sanat yapıtlarından yararlanmış, evren hakkında sözlü-sözsüz birçok anlam ortaya koyarak çok farklı yönleri vurgulamıştır. Klasik fiziğin açıkladığı mekanik dünya görüşü, günlük yaşamda ve teknoloji üretiminde çok yararlı olmaktadır. Ancak atom-altı alanda parçalı “mekanistik dünya görüşü” yerini bütünsel “organik dünya görüşü”ne bırakmıştır.
Modern fizik ile mistik anlatılar bu alanda benzerlikler gösterirler. Başka bir deyişle, fizikte maddenin daha derin katmanlarına, mistisizmde ise bilincin derinliklerine inildiğinde, günlük yaşamın yüzeysel ve mekanistik görünümünün ardında başka bir gerçeklik ortaya çıkmaktadır. Yapılan araştırmalarda, fizikçinin de mistiğin de yöntemi ampiriktir. Fizikçi bilgilerini gözlem ve deneylerden, mistik ise meditatif aydınlanmadan, yani içsel gözlem ve deneyimlerden elde eder.
Mistik, iç gözlemleriyle bilinci araştırdığında aklı ile bedeninin bir olduğunu ve giderek tüm evrenin bir ve tüm olduğunu deneyimler ve aydınlanır. Fizikçi ise maddesel dünyayı araştırır. Parçacıklar dünyasında nesne, olgu ve olayların birliği ve bütünlüğü ile karşılaşır. Her iki yöntemde de çok boyutlu deney ve deneyimler duyusal dünyayı aşmakta ve günlük dil ile açıklanmaları çok zor olmaktadır.
Fizikçi, dünyayı akılcı aklın çok gelişmiş ve uzmanlaşmış biçimleriyle deneyler. Mistik ise sezgisel aklın uzmanlaşmış biçimiyle hareket eder. Bu yollar farklı olup birbirlerine indirgenemezler, ancak birbirlerini tamamladıkları söylenebilir. Ancak, mistik bilgi kişide yaşam biçimine dönüşür; yaşam biçimi bu bilginin belirişidir. Mistik bilgiye ulaşmak demek değişime uğramak ya da ”bilmek”, “değişmek” demektir.
Bilimsel bilgi ise çoğu zaman soyut ve kuramsal kalmaktadır. Fizikçiler bu alanda çalışmalar yaparken halen mekanik, bölüntülü ve süreksiz dünya görüşünün savuncusu da olabilmektedirler. Mistik sezgi ile bilimsel analizin dinamik ve karşılıklı etkileşimini sağlamak, gerçeği bulma yolunda yeni açılımlara neden olacak ve doğayla uyumlu bir biçimde yaşayabilme sanatının yollarını açacaktır.
Persler ve Medler
İ.Ö. 2000-1500 yıllarında Hindistan’a olduğu gibi İran’a da giren Hint-Avrupalılar iki topluluktu: Persler ve Medler. Bu topluluklar Veda kültürünü İran’a taşıdılar. Persler arasında benimsenen öğreti (İ.Ö. 6. yy.) ilkel Mazdekçiliktir. Bu öğretiye göre Ahura adı verilen soyut evrensel güçlerin içinde biri en baskınıdır: O da Mazda/Akıl’dır. Medler’in ise güçlü bir din adamları sınıfı vardı. Bunlar arasında klasikleşen, İ.Ö. 7. yy.’da Zerdüşt’ün dini olmuştur.
Zerdüşt, İran düşüncesine ikiciliği getirir. Ahura-Mazda’da Hürmüz (iyi, güzel, ışık, yaşam) ve Ehrimen (kötü, çirkin, karanlık, ölüm) karşıtlığı vardır. Bu iki güç arasında sürekli kavga, çatışma vardır. Hürmüz, karanlığa karşı savaşı kazanınca, insan ışıklı bir mutluluğa erecektir. Hürmüz’ün, Hermes’ten başkası olmadığı açıktır.
Zerdüşt’ün Brehmen inancındakilere dinlerini yasakladığı bilinmektedir. Bu durumda, Hint-Brehmen (Ehrimen) öğretisine karşılık Mısır Hermes (Hürmüz) öğretisini seçtiği anlaşılmaktadır. Zerdüşt’ün ikiciliği üçüncü bir terim olan Zırvana ile aşılmaktadır. (Öteki üçlemeleri anımsayalım.)
ZIRVANA
HÜRMÜZ EHRİMEN
Zerdüşt’ün geliştirdiği Mazdeizmin kitabı Zend-Avesta‘dır. Zerdüşt’e göre iyiliğin ruhta, kötülüğün maddede olduğu inancı yanlıştır. İyilik ve kötülük hem ruhu hem de maddeyi kapsamaktadır. Bu ise çelişkinin tüm varlığa yayılması düşüncesidir. Zerdüşt’e göre gerçek dindarlık, oruç tutma veya tapınmayla değil, çalışmayla elde edilir. Zerdüşt rahiplerinin adı Magi‘dir.
Mani dini (215-277), Babil kökenli Zervanizm ve Med kökenli Zerdüşt düşüncesinden etkilenmiştir. Zervanizm’e göre Zervan’ın (Zervan: Devran, Zaman) ikiz çocuğu vardır: Hürmüz ve Ehrimen. “İnsan yaşamı, karanlıkla ışığın çatışması içindedir. İnsanın görevi, kendi içindeki kıvılcımı bulup ışık haline getirmektir. Bu ışıklanmış insanlar Zervan (Devran) içinde ortaya çıkarlar.”
Kavram ve Yöntem
Tarihteki öğretileri ele alırken, insan düşüncesinin oluşup gelişmesinde kronolojik sıralamayı titizlikle ele almak gerekir. Kronolojik sıralama birbirini takip eden uygarlıkların öncelik sonralıklarıyla ilgili bir dizindir. Biz bu çalışmamızda kronolojik sıralamayı değil, kavramsal gelişimi esas aldık. Dolayısıyla çalışmamız, aydınlanmanın kavramlarına kaynak oluşturan tarihsel izleri saptamak, kavram öncesi ansal sezgiyi uyandırıp araştırmaya neden olmayı hedeflemiştir. Bunun için başlıklar vermekle yetiniyorum; işaretler, izler gösteriyorum.
Tarih, olaylar ve olgularla doludur. Bu olay ve olguları “okumak’ ise kavram ve yöntem işidir. Kavram olarak bilinç, aklın gözüdür. Anlamak, kavramsal bilince bağlı olarak oluşmaktadır. Tarih Bilincini Oluşturmak, tarihte aklın serüvenini görmekle olanaklıdır. “Aydınlanma” için yapmakta olduğumuz iş, tarihte kavramın (aklın, bilginin, bilincin) önce sezilmesi, sonra da tanımlanıp açıklığa kavuşturulması için, özsel olarak kültürler arasında “bağ” kurmak, eş deyişle “ilişkiler”i saptamaktır.
İlişki kavramın özüdür ki çelişki, çatışma ve aşma dizgesinin deviminin ussal temelini oluşturur. Bir başka deyişle, uslamlamanın ya da akıl yürütmenin temeli ilişki kurmaktır. İlişki (relatio) doğasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular arasındaki karşılıklı bağlılıktır. Evrende herhangi bir şey ancak ilişkileriyle varlaşır. Varlaşma ilişkilerin belirmesi; değişme ilişkilerin değişmesi; gelişme ilişkilerin çözülerek ilgili nesne, olay, olgu için daha üst bir konumda yeniden kurulmasıdır. Her ilişki, bir birliği olduğu kadar bir karşıtlığı ve çelişkiyi; bir kavuşmayı olduğu kadar da bir çatışmayı kapsar.
Devim (hareket) bir ilişki sonucu ortaya çıkar. Bir şey “ne” ise ancak başka bir şeyle ilişkisinde “o”dur. Bir şeyi tanımak, o şeyin ilişkilerini tanımaktır. Bir şeyin kendi iç çelişkisi ve o çeşitli yanları arasındaki ilişkiler “iç ilişkiler”, o şeyle başka şeyler arasındaki ilişkiler ise “dış ilişkiler”dir. İç ve dış ilişkiler birbirleriyle bağımlıdır. Tüm varoluşlar ilişkinin zorunlu sonucu olduğu gibi, varoluşların zorunlu koşulu da ilişkidir. İnsanı insan eden üretim, insanların çeşitli ilişkilerinin ürünüdür.
Aydınlanma, kültürden uygarlığa geçiştir. Burada “kültür” yaşam biçiminin yerel, tikel ve belli bir topluma özgü yapısını, “uygarlık” ise evrensel boyutunu anlatmak için ayrıştırılmış iki kavram olarak kullanılmıştır. Farklı kültür ortamlarında bulunan kişiler aydınlanarak uygarlığa katılırlar Uygarlığa katıldıkları ölçüde pay alarak da evrensel birey olarak “tekil’leşirler.
Buradaki tekillik, tümel (Uygarlık) ile tikelin (Kültür) çelişik birliği olarak “Aydın İnsan”dır. Tekil bir “birey” olarak aydın, yaşam gerçeklerinin somut ilişkilerini algılamakta ve kavramlaştırmakta etkin bir konumdadır. Eş deyişle, “bilinçli amaçlı etkinlik” olarak bir “Eylem Varlığı”dır.
* Metin Bobaroğlu’nun 1994-95 yılları arasında Kadıköy Kültür Sanat Merkezi’nde yürüttüğü “Anadolu’da Aydınlanma” başlıklı çalışmanın kayıtlarından derlenmiştir. Bu konuşma dizisi 2002 yılında Ayna Yayınevi tarafından Bâtınî Gelenek: Hermetik ve Sanskrit Öğretiler adıyla da yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder