Büyük İskender ve Jül Sezar Hayatları
Karşılaştırmalı İncelemesi
Birinci Bölüm ve İkinci Bölüm

“BÜYÜK İSKENDER” VE “JÜL SEZAR” HAYATLARI, KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ – 1
Herkese merhaba, bu yazı dizimizde ismini tarihe kazımış iki önemli askeri ve devlet adamını, Makedonya Kralı Büyük İskender ile Roma İmparatoru Jül Sezar’ın yaşamlarını, yaşam tarzlarını, kişiliklerini, siyasi ve askeri zaferlerini inceleyip tarihi ve tarih içindeki yerlerini biraz daha anlamaya, anlamlandırmaya çalışacağız.
BÜYÜK İSKENDER
İskender’in adı, Yunanca Aleksandros kelimesinden türemiştir ve düşmanları geri püskürten anlamına gelir. Babası Phillippos, annesi Olympias’tır. Annesi İskender’e gebeyken, rüyasında korkunç gök gürültüleri ardından karnına bir yıldırım düştüğünü, karnındaki yaradan alevlerin fışkırıp etrafa yayıldığını görür. Babası Philippos da, rüyasında karısının karnına bir mühür bastığını ve bu mühürde bir aslan resmedildiğini görür. Bu rüyalar, Olympias’ın karnında taşıdığı çocuğun bir aslan kadar cesur olacağı şeklinde yorumlanır. Ve İskender MÖ 356 yılının Haziran ayında doğar.
İskender çocukluğundan itibaren, aşırılıklardan sakınan, kendisine hâkim olmasını bilen, ölçülü bir kişiliğe sahipti. Genç yaşına rağmen dünya görüşü ve inançları son derece güçlüydü. Şan ve şöhretten hoşlanmaz, erdeme ve şerefe önem verirdi. Bu kişilik özelliklerinde elbette ki çocukluğunda itibaren aldığı eğitimlerin ve disiplinin de önemli bir etkisi vardı.
Babası Philippos, İskender’in eğitimi için dönemin en bilgili filozofu Aristoteles’i davet etmişti. O dönem İskender 13, Aristo ise 42 yaşında idi. İskender, Aristo’yu çok sever, “Hayatı babama, güzel ve doğru bir hayat sürmeyi ise Aristoteles’e borçluyum” derdi. Aristo’dan ahlak, siyaset, felsefe ve bilim üzerine dersler aldı. İskender, güçte değil, bilgide üstün olmak istiyordu. Okuduğu eserler arasında en sevdiği “İlyada” destanıydı ve bu destanı savaş sanatı eğitiminde değerli bir kılavuz olarak görüyordu.

İskender, babası Philippos’un ölümüyle, Makedonya Krallığının tahtına geçtiğinde 20 yaşındaydı. Krallık o dönem barış ve huzurdan uzaktı. Babası Philippos’un fethettiği krallıklar bağımsızlık arzusundaydı ve itaate niyetli değildi. İskender tahta geçtiğinde ilk olarak bu ayaklanmaları bastırdı ve Antik Yunan şehir devletlerinden olan Tebai‘yi ele geçirdi. Sparta dışındaki bütün Yunan Devletleri Makedonya üstünlüğüne boyun eğmişti.
İskender’in babası Philippos, bir Helen Birliği birliği oluşturmuştu ve Batı Anadolu’daki kentleri Pers egemenliğinden kurtarmak için hazırlıklara başlamıştı. Ancak ani ölümü nedeniyle bu hazırlıkları yarım kaldı. Onun idealini oğlu İskender gerçekleştirecekti. Yunan Devletleri Perslere karşı savaşmaya karar verdiğinde, İskender onların başına geçti. Dönemin siyasetçileri ve filozofları bu kararından dolayı İskender’i tebrik etmeye gelmişlerdi. Bir tek filozof Diyojen İskender’i tebrik etmemişti. Bu olay ile ilgili şöyle bir anekdot anlatılır; İskender, Diyojen’i ziyarete gider. Diyojen o esnada “Kreaneion’da güneşlenirken, İskender başına dikilip ‘Dile benden ne dilersen!’ der ve Diyojen, İskender’e o meşhur sözünü söyler. ‘Güneşimi engelleme yeter!’. Filozofun kibirli ve kendinden emin tavrından etkilenen İskender, yanındakilere şöyle demiştir. “İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim.”
Tahta çıkışından beri Pers İmparatorluğu‘nu ele geçirmeyi tasarlayan İskender, 30 bin piyade, 5 bin süvariden oluşan ordusuyla yola çıkar. Homeros‘tan aldığı esinle önce İlion‘u (Troya) ziyaret ederek Akhilleus‘un mezarına çelenk koyan İskender (Truva’ya karşı savaşmış Yunan savaşçı Akhilleus onun için bir rol modeldi), Pers ordularıyla ilk kez Granikos Savaşı‘nda karşı karşıya gelir. Bu çarpışmada elde ettiği zafer ona Batı Anadolu’nun kapılarını açar. Karya’daki Miletos, Halikarnassos kentlerini ve Batı Anadolu’nun fethini tamamladıktan sonra Kral Midas’ın Gordion şehrini de ele geçiren İskender meşhur düğümle bağlı arabayı görür. Rivayete göre Gordion düğümünü çözen Asya’nın hâkimi olacaktır. İskender, şehri fethedince düğümü çözmek için bayağı uğraştıktan sonra, düğümü keser atar. Bu hikâye, İskender’in düğüm ve sorunlarla zaman kaybetmekten ziyade, onları akılcı bir biçimde çözüp yoluna devam etmekteki kararlılığını ve iradesini göstermiştir.

Phenike ve Kilikya’ya kadar uzanan sahil bölgelerini ele geçiren ve Pamphilia bölgesini bu kadar çabuk geçmesine akıl erdiremeyen tarihçiler, denizin İskender’in önünde geri çekildiği, kaderin ona yardım ettiğine dair rivayetler anlatırlar. Hatta komedya akımının temsilcilerinden Menandros komedyasında olaya şöyle değinir; “Bütün bunlar İskender’i hatırlatıyor bana. Birini mi arıyorum, hemen karşıma çıkıveriyor. Denizi mi aşmalıyım, hatırım için geçmesi kolay oluyor.” Anlatılan ancak İskender’in mektuplarında geçmeyen bu olaylar kaderin dahi İskender’in kutlu zaferlerine yardım ettiği şeklinde yorumlanır. Çünkü başkalarına göre imkânsız olan şeyler, hedefinden asla vazgeçmeyen, zorluklara boyun eğmeyen İskender için aşılabilir basamaklardır sadece. Bu felsefesini gerek yaşamıyla gerek “Denemeye bilene imkânsız yoktur” sözü ile ortaya koymuştur.
O, hayatı boyunca her şeyde ölçülü olmak gerektiğini söylemiş, zenginliğe önem vermemiş, yeme içme konusunda dahi her zaman ölçülü olarak çocukluk dönemlerinde eğitim aldığı öğretmenlerinin uyguladığı disiplini sürdürmüş, zafer kutlaması dahi olsa sofra masraflarına hep bir sınır koymuş ve her şeyin aşırısından kaçınmış bir liderdi. Bu özellikleri ile ilgili de şöyle bir anekdot anlatılmıştır; İssos Savaşı olarak geçen İskenderun dolaylarındaki çarpışmada, Pers İmparatoru III.Darius’u yenilgiye uğratan İskender, Pers İmparatoru’nun ganimetlerini ele geçirmiş, Pers kralının altın leğenlerini, işlemeli eşyalarını, oymalı masalarını görünce şaşırmış, “Demek krallar böyle yaşarmış” demiştir.
İskender’e göre gerçek bir kral gücünü savaş alanında göstermeliydi ve istek ve arzularına hâkim olmak, onun için bir asalet göstergesiydi. Bu yüzden ele geçirdiği yerlerdeki esirlere karşı insancıl ve merhametli davranır, onlara her daim ben yalnız imparatorluğu ele geçirmek için savaşıyorum, sizler benden korkmamalısınız, tüm sahip olduğunuz şeyler aynı şekilde devam edecek şeklindeki söylemlerde bulunurdu. Hatta Pers İmparatoru III.Dareiso’un İsos’taki yenilgisinden sonra savaş alanında kalan ailesinin, malvarlıkları, uşakları ile İskender’in hükümdarlığında eski hayatlarındaki gibi yaşamaya devam etmelerini söylemiş, ailesine ve esirlerine gösterdiği saygıdan dolayı, Pers Kralı Dareios’un, “Kader, Pers İmparatorluğunun elden gitmesini öngördüyse, umarım Kyros’un tahtına İskender’den başkası oturmaz” dediğini birçok tarihçi kaydetmiştir.
İssos Savaşı’nın ardından İskender liderliğindeki Makedonlar ile III.Darius önderliğindeki Persler, Erbil Ovası’nda MÖ 332 yılında karşı karşıya gelirler. Pers orduları kalabalıktır. İskender’in dostları düşmanın kalabalık olduğunu, gece savaşmalarının daha iyi olacağını söyler. İskender meşhur “Zaferi çalmaktan hoşlanmam” sözünü o zaman söylemiştir. Çünkü gece savaşırsa, Pers imparatoru İskender’in zaferinin sebebini karanlığa yükleyecekti. Ve gündüzü bekler. Gündüz olunca İskender’in liderliğinde savaş başlar. Bu savaş sonunda İskender, İran içlerine ilerleyerek Pers İmparatorluğu’nun Babylon, Susa, Persepolis ve Ekbatana kentlerini ele geçirir. Bu savaştan sonra İskender “Asya’nın kralı” ünvanını elde edecektir. İskender, bu zaferden elde ettiği ganimetleri kendisi ile birlikte savaşan dostlarına hediye eder. Bu aslında İskender’in her zaferden sonra yaptığı bir şeydir. O, elde ettiklerini her zaman dostlarıyla, müttefikleriyle, halkla paylaşmıştır. İskender’in cömertliği, annesinin ona yazdığı mektuplarda da yer almıştır. Ancak ne var ki zamanla bu zenginlik dostlarını ve muhafızlarını rahata ve eğlenceye alıştırmaya başlamıştır. İskender, onlara sürekli nasihat eder, Perslerin zenginlikten dolayı rahata alışıp rehavete düştüklerini ve yenilgilerini misal gösterir, “bizim devamlı mücadele ettiğimiz için asil olduğumuzu görmüyor musunuz, bir ülkeyi istila edenin yapabileceği en büyük yanlışlık, istila edilenin alışkanlıklarını benimsemesidir” der.

İskender’e göre şans cesaretle, kuvvet yiğitlikle yenilirdi. Basiret ve cömertlik onun için çok önemliydi ve ele geçirdiği şehirlerdeki halklar tarafından, cömertliği nedeniyle büyük saygı duymuştu her zaman. Elçiler dahi, savaşlarda onu her zaman askerlerinin en önünde, silahlarla donanmış, toz toprak içinde görünce şaşırır ve ona büyük saygı beslerlerdi. Savaşlarda kendisini tehlikeye atmaktan çekinmez, askerlerine önder olur, İskender’in cesaretini gören askerleri hem ona bağlı olmaktan büyük mutluluk duyar hem de onunla birlikte birer kahramana dönüşürlerdi.
İskender disiplinli bir komutandı. Savaşlardaki disiplinini dinlenme zamanlarında da uygular, dinlendiği günlerde dahi erken uyanır, ava çıkar, yazı işleriyle, sefer hazırlıklarıyla uğraşır, askerleri ile ilgilenir, günlük tutar ve yatmadan önce mutlaka okurdu. Askerlerinin tüm sorunlarıyla tek tek ilgilenir, özel hayatları da dahil olmak üzere onlarla ilgili her şeye zaman ayırırdı.
MÖ 332 yılında Akdeniz kıyılarında bulunan liman kenti Tiros’u ele geçirdikten sonra Gazze’deki direnişe de son vererek Mısır’ı ele geçirdi ve Mısır’ın fethiyle Doğu Akdeniz’de kesin hâkimiyet kurmuş oldu. Mısır’da Nil nehrinin ağzında, kendi adını yaşatacak İskenderiye kentini kurdu. İskenderiye, Yunan dünyasının ticaret, bilim ve edebiyat merkezi haline gelecekti. Sonrasında Mezopotamya’ya ilerleyerek Babil’i, Ekbatana’yı ele geçirdi. Bu fetihler sırasında Makedon ve Pers bileşimine dayalı yeni bir yönetim sistemi oluşturuyor, ele geçirdiği toprakların yönetimine yerel yöneticilerden atama yapıyor, kültürlere saygı duyuyor ve Makedon-Yunan kültürü ile doğu kültürlerinin harmanlanmasının da önünü açıyordu. Bu kararları ayaklanmalara sebep olduysa da, o insanları Yunanlılar ve Barbarlar olarak ayırmıyor, insanların bir krallık altında uyum içinde yaşayabileceklerine ve kültürlerinin harmanlanarak daha da gelişeceğine inanıyordu.

İskender, bir yandan Hindistan‘la deniz bağlantısını sağlamak için sefer hazırlıkları yaparken, bir yandan da Babil‘de sulama kanalları yaptırmayı ve Basra Körfezi kıyılarında yeni kentler kurmayı planladığı bir sırada hastalandı ve henüz 33 yaşındayken MÖ 323 yılında öldü.
16 yaşında general, 20 yaşında kral olan ve dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin hâkimi olan İskender 12 yıllık hükümdarlık döneminde kendi ordusundan daha büyük güçlere karşı verdiği savaşlardan başarıyla çıkmış, batıyı ve doğuyu birleştirme çabalarıyla, fethettiği topraklara Yunan siyasetini, askeri ve ekonomik uygulamalarını götürerek kültürlerin harmanlanmasını sağlamıştı. 70’ye yakın kent kurmuş, kurduğu bu kentler Yunan etkisinin Hindistan’a kadar yayılmasını sağlamıştır.
Askerlerine her zaman cesaret ve irade örneği olmuş, esnek düşünce yapısıyla yeni savaş stratejileri geliştirmiş, bu stratejileri ile kendisinden kat be kat üstün orduları dahi yenebilmiş, İskender’in ordu düzeni ve savaş stratejileri kendinden sonraki yüzyıllardaki komutanlara ve devlet adamlarına örnek olmuştu. Askeri başarıları bir yana, halklara ve kültürlerine duyduğu saygı, insancıllığı, azmi, disiplini ve cesareti onu bir Makedonya Krallığından, Dünya İmparatorluğu’na taşımıştı.
-ilk bölümün sonu-
Özlem ÇULHACI
Büyük İskender ve Jül Sezar Hayatları
Karşılaştırmalı İncelemesi
İkinci Bölüm

“BÜYÜK İSKENDER” VE “JÜL SEZAR” HAYATLARI, KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ 2
Herkese merhaba, bir önceki yazımızda ismini tarihe kazımış asker ve devlet adamı Makedonya Kralı Büyük İskender’den, yaşamı, felsefesi, askeri ve siyasi zaferlerinden bahsetmiştik. Bu yazımızda Roma İmparatoru Jül Sezar’ı inceleyip bu iki imparatorun hayatlarına, kişilik ve felsefelerine ışık tutmaya devam ediyoruz.
JÜL SEZAR
Jül Sezar, MÖ 100 yılında Roma’da doğmuştur. Annesi Aurelia Cotta, babası Gaius Julius’tur. Sezar’ın aynı adı taşıyan babası praetorluk makamına kadar yükselme başarısı göstermiş, Asya eyaleti valiliği yapmıştır. Annesi Aurelia Cotta birkaç konsül çıkarmış etkili bir aileden geliyordu.
Sezar’ın çocukluk dönemleri net olarak bilinmemektedir. O dönemleri kaydeden tarihçi ve filozofların eserlerinde çocukluk dönemine yer verilmemişti. Sezar’ın hayatı hakkındaki bilgilerin çoğu, askerî seferlerini anlattığı, kendisi tarafından yazılmış olan “Yorumlar” adlı hatıralarından ve Cicero’nun mektup ve söylevlerinden, sonraki yüzyıllarda yaşamış olan Appian, Suetonius, Plutarch, Cassius Dio ve Strabo gibi tarihçiler tarafından aktarılmıştır.
Sezar’ın gençlik yıllarında Roma’da tam bir kargaşa hakimdi. Bu kargaşaya Roma’nın müttefiklerine verilen Roma Yurttaşlığı hakkının geri alınması neden olmuş, Roma siyaseti iki düşünce ile bölünmüştü. Sulla ve taraftarları aristokratlar için tahsis edilmiş Senato yetkilerini genişletmeyi ve Halk Meclislerinin gücünü sınırlandırmayı savunurken, Sezar’ın amcası Marius ve taraftarlarıHalk Meclislerini kullanarak senatonun gücünü ve nüfusunu kırmayı savunmakta idi. Bu durum ülkede iç savaş çıkmasına sebep olmuş, MÖ 82 yılında Sulla, Roma’yı ele geçirmiş ve kendisini diktatör olarak atamıştır.

Sezar’ın babası Gaius Julius Sezar, MÖ 85 yılında öldü. Sezar, Marius’un yeğeni ve diğer rakibi Cinna’nın damadı olarak (Sezar, Cinna’nın kızı Cornelia ile evlenmişti) Sulla için bir tehlike halini almıştı. Bu sebeple, Sulla tarafından Roma’dan çıkmaya zorlanmış ve ancak Sulla’nın M.Ö. 78 tarihinde ölümünden sonra Roma’ya dönebilmiştir.
Sezar, Roma’dan ayrıldığı dönemde Cicero’nun da öğretmeni ve ünlü bir hatip olan Mollon’un oğlu Apollonios’tan eğitim aldı. Sezar, doğuştan yetenekli bir hatip ve yazardı. Roma’dan ayrı kaldığı dönemlerde hitabet sanatında iyice ustalaştı ve Roma’ya döndükten sonra genç yaşına karşın nezaketi ve içtenliği halk arasında herkesin sevgisini kazanmasını sağladı. Yavaş yavaş siyaset hayatında yer edinmeye başladı. Bu durum önceleri çoğu çevrelerce önemsenmemişti. Sezar’ın güçlendiğini ve var olan rejimi değiştirmeye hazır olduğunu anladıklarında ise iş işten geçmişti.
Sezar Roma’ya döndükten sonra ilk önce askeri tribunus makamını aldı. Roma’da genç erkekler Senato’ya seçilmeden önce askeri tribün makamını alırlardı. Eşi Cornelia ölünce queastor (devlet hazinesinden, cezai işlerden ve finansal işleri denetlemekten sorumlu, seçilmiş devlet memurları) olarak çalışmak üzere İberia’ya (bugünkü İspanya) gitti.
O sıralar halk meclislerinin güçlenmesini ve senatonun nüfuzunun kırılmasını isteyen Marius taraftarları Sulla tarafından kanun ve kararnamelerle yasaklanmışlardı. Sezar, amcası Marius’un portrelerini yaptırıp şehrin dört bir yanına astırdığında, bu durum açıkça yasaklanmış kişileri şereflendirmek ve devlete savaş açmak olarak görüldü. Ancak halkın da bir o kadar ilgisini çekti ve insanlar Sezar’ın bu eylemini sokaklarda sevinçle karşıladılar. Sezar, bir yandan devlette önemli makamlara gelirken, bir yandan da halkın sevgisini kazanmaya devam ediyordu.
Bu esnada Rahipler Birliği Başı makamı boş kaldı ve senatonun en güçlü iki ismi bu makam için yarışırken Sezar, bu makama adaylığını açıkladı. Rahipler Birliği başı makamı, Antik Roma Dini’nin en önemli pozisyonuydu. İki güçlü rakibe rağmen seçimleri Sezar kazandı. Sezar’ın bu başarısı, senatörleri korkuttu. Çünkü Sezar’ın, halkı çok tehlikeli maceralara sürükleyeceğinden emindiler.
Sezar, iyi bir hatipti. Ne zaman hakkındaki kuşkulara ilişkin kendini savunmak için Senato’nun karşısına çıkarılsa, o kadar etkileyici konuşurdu ki, o konuştuktan sonra herkes fikrini değiştirirdi. Halkın ona sevgisi de öyle büyümüştü ki, bir defasında Sezar soruşturma geçirdiğinde halk senatoyu kuşatmış ve onun derhal bırakılmasını istemişti. Sezar’ın halk sevgisi ve insani yaklaşımının da bu sevgide büyük payı vardı. Sezar’ın sevenlerinin tamamı fakir tabakalardandı. Çünkü o halkın senatoya karşı güçlendirilmesini savunuyordu. Bu durum senato tarafından kullanıldı ve senato Sezar’ın gücünü kırmak için fakirlere aydan aya para dağıtılmasını onaylayan bir düzenlemeyi kabul etti. Bu politikayla Sezar’ın halk üzerindeki etkisi azaltılmış oldu.
Bu süreçten sonra Sezar, İberia eyaletine vali olarak atandı. Roma’dan ayrılan ve ordularıyla birlikte fakir ve ıssız bölgelere doğru yol alan Sezar ile ilgili şöyle bir anekdot anlatılır: İberia eyaletine atandığı için onunla şakalaşan kişilere şöyle cevap verir: “Roma’da ikinci olmaktansa herhangi bir köyde birinci olmayı yeğlerim”. Bu sözü onun kişiliğini anlamak açısından önemlidir. O azimli ve çalışkan bir komutandı ve bütünü, parçasından başlayarak elde edecek, adım adım yol alacaktı. Roma’da siyasi iktidar olmanın yolu, askeri kumandanlıktan geçiyordu ve onun elde edeceği askeri başarıları kendisine ilerde siyasi zaferler getirecekti.
Sezar, yeni eyaletinde çok boş vakti olduğu için bol bol kitap okudu. Hatta bir gün İskender’in hayat hikayesini okurken gözleri yaşarır ve şöyle der: “Çok yazık değil mi, İskender benim yaşımdayken bütün dünyaya hakimdi. Oysa ben daha hiçbir şey başaramadım.” Sezar bu sözü söylerken, henüz Roma Cumhuriyetini bir İmparatorluğa dönüştüreceğinden, mutlak hükümdar olacağından ve tarihin kendisini zaferleri ve cesareti ile Sezar ile birlikte anacağından habersizdi.
Sezar, İberia’da yalnızca savaşla ilgili konularla ilgilenmiyor, barış dönemine ilişkin konularla da ilgilenerek halk arasında huzuru yerleştirmeye çalışıyordu. Çıkardığı kanunlar ile halkı ve ekonomilerini koruyordu. Çıktığı seferlerden elde ettiği gelirleri kendisine ayırmak yerine askerlere dağıtıyordu. Askerleri Sezar’a bağlanmaya ve ona İmparator demeye başlamışlardı bile.
Sezar, kazandığı zaferler ile Roma’ya dönüp kolayca konsüllüğe seçildi. Konsüllüğe seçilince toprakların bölüştürülmesine ve bedava buğday dağıtılmasına ilişkin kanunlar çıkardı. Senato üyeleri ve aristokratlar bu duruma karşı çıkınca halkın desteğini yanına aldı. Sezar’ın çılgınca olarak nitelendirilen bu siyasi kararları nedeniyle diğer konsüller artık senatoya gelmiyorlardı bile.
Sezar’ın başarısı, savaştığı yerlerin zorluğu, yendiği kabilelerin gücü, yaptığı savaşların sayısı kadar fethettiği bölgelerdeki insanların adetlerine olan saygısı, gelirlerini askerlerine dağıtması ve insanların onun insancıllığı ve yönetiminden olan hoşnutluğuna da bağlıydı. Galya bölgesinde 10 yıldan kısa bir sürede 800’den fazla şehri fethetti ve 300 kabileyi boyunduruk altına aldı.
Askerleri Sezar’ı o kadar çok severlerdi ki, diğer komutanların emrinde yalnızca birer insan olan askerlerin, onun emrinde birer kahramana dönüştükleri söylenirdi. Çünkü o her zaman en önde askerleriyle birlikte savaşır, her tehlikeye askerleriyle beraber atılırdı. Askerlerinin tek tek isimlerini dahi bilir, Sezar’ın en kötü şartlarda bile gösterdiği kararlılık ve dayanıklılık askerlerine ilham olurdu. Öyle ki; Libya’da bir gün Sezar’a ait bir gemi ele geçirilmiş ve Sezar’ın komutanı Petro’ya hayatının bağışlanacağı söylendiğinde, Petro şöyle cevap vermişti: “Sezar’ın askerleri kurtarmayı görev bilir, kurtarılmayı değil” ve kılıcını çekip intihar etmişti.

Sezar, yoğun baş ağrıları ve sara nöbetlerine rağmen, bunu hiçbir zaman bahane etmez, ideallerinden hiçbir koşulda vazgeçmezdi. İşleri o kadar çoktu ki, komutanları ve arkadaşları ile görüşemediği için şehir içinde yazışmayı ilk uygulayanın Sezar olduğu söylenir. Uzun yürüyüşler yapar, az yer, yemek konusunda gösterişi hiç sevmez ve açık havada uyurdu. Halkını gözetmeyi, ihtiyaçlarını gidermeyi her şeyin üstünde tutar, “İhtiyacı olana gerekeni vermek, kudretli kişilerin borcudur” derdi.
Sezar ve askerleri, Galya’da (günümüzde başta Fransa olmak üzere Batı Avrupa‘nın büyük bir bölümüne tarihte verilen isimdi. ) ilk savaşı Helvetler ve Tigyrinlere karşı verdi. Sonrasında sırasıyla Belgalar, Nerviler bozguna uğratıldı. (MÖ 58-57) Sezar’ın zaferlerini öğrenen Senato, o güne kadar görülmemiş zafer törenleri düzenlenmesine karar verdi. Çünkü ilk kez bu kadar çok kabile aynı anda ayaklanmış ve hepsi yenilgiye uğramıştı.

Bir yandan büyük Alesia savaşının da temelleri atılmaya başlanmıştı. Üst üste yenilgiye uğramış Galya kabileleri ayaklanma hazırlığı içindeydi ve savaşçı kabileler güçlerini birleştirmeye ve para ve silah teminine başlamışlardı. Sezar, ayaklanmayı hissedince hemen saldırıya geçti ve Roma ordusunun yenilmezliğini bir kez daha hatırlattı. Kurtulanlardan çoğu Alesia’ya sığındı. Bu savaş Galyalılar ve Romalılar arasında meydana gelen son büyük çarpışmadır ve Galya Savaşlarında inisiyatifin Romalılara geçmesinin önünü açmıştır. Alesia Kuşatması, Sezar’ın en büyük askeri başarılarından biri olarak görülmüştür ve günümüzde bile “Kuşatma Savaşı” ve “Abluka”nın klasik örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Sezar mükemmel bir abluka sağlayabilmek için Alesia’nın çepeçevre tahkim edilmesi emrini vermiş, şehri çepeçevre kuşatmıştı. Zaferinin ardından Galya‘da istikrar sağlandı ve Galya idari olarak bir Roma Eyaleti olarak düzenlendi.
Galya Savaşları Sezar’ın ününü iyice arttırmıştı. Hiçbir savaş bu kadar çok kahramanlığa sahne olmamıştı. Bu arada Roma’da da yolsuzluklar ve kötü yönetim devam etmekte ve şehir, fırtınaya kapılmış dümensiz bir gemi gibi seyretmekteydi. Bu yozlaşmadan bunalan halk daha da kötüye gitmektense şehrin tekrar eski haline gelmesi için iktidarın tek bir kişinin eline geçmesi gerektiğini düşünmeye başladılar. Bu Sezar için yeni bir dönemin başlangıcıydı.
Nitekim bunu hisseden Pompeius‘un önderliğindeki Senato, prokonsüllük görevinin sona erdiği gerekçesiyle Sezar’a Roma’ya geri dönmesi ve ordusunu terhis etmesi emrini verdi. Dahası, Senato Sezar’ın gıyabında ikinci kez konsül seçilmesini de yasakladı. Bir zamanlar Sezar’ın dostu olan onunla birlikte Roma cumhuriyetinin son dönemlerinde önemli rol oynayan Pompeius başa geçen kişi olmak, diktatör olmak istiyordu.
Diktatörlük, Roma Kanunlarına göre Roma Cumhuriyeti’nde 6 aylığına verilen, olağanüstü yetkiler içeren siyasi bir makamdı. Sezar da birinin yükselebilmesi için diğerinin yok olması gerektiğinin farkındaydı. Roma bir iç savaşa doğru gidiyordu. Sezar, gitmemesi için elinden geleni yapmış, Pompeius ile anlaşmaya çalışmıştı. Yönetimi ele geçirmek için gerekecek savaş ihtimalinden çekiniyordu, çünkü büyük felaketlere sebep olmaktan korkuyordu. Ancak durum ve koşullar da iyice kötüye gidiyordu.
Yaşanabilecekleri düşünürken birden meşhur “Ok yaydan çıktı.” (Zar atıldı) cümlesini söyledi ve savaşı başlattı. MÖ 48 yılında Sezar ile Pompeius arasında Farsala‘da (bugünkü Yunanistan) gerçekleşen iç savaşta Pompeius savaşı kaybetti ve Mısır’a kaçtı. Sezar, İskenderiye’ye vardığında, Pompeius’un öldürülmüş olduğunu öğrendi ve onunla birlikte Mısır’a kaçan tüm askerlerin özgürlüklerini geri verdi ve hediyeler sunarak onları yanına aldı. Hatta bu olayı bir mektubunda anlatmış ve “Zaferlerin en tatlısı bana karşı savaşanları kurtarabilmem ve kendi tarafıma alabilmemdir” demiştir.

İç savaşın ardından Sezar, senato tarafından diktatör olarak kabul edildi. Ancak o yetkilerini halk yararına kullanarak Sulla zamanında mahkûm edilenlerin çocuklarına yurttaşlık haklarını geri verdi, borçlara ait kanunları hafifletti, eyalet halkına vatandaşlık ve senatör olabilme yetkilerini tanıdı ve buna benzer brkaç siyasi karar aldıktan sonra 11 gün sonra diktatörlükten istifa etti ve tekrar konsül olarak seferlerine devam etti.
Pontus asıllı Basforos kralı II. Pharneke ile Zile mevkiinde yaptığı savaşı da kazanınca dünyaca ünlü sözü ”Veni-vidi-vici” (Geldim-gördüm-yendim) diyerek, durumu bir mektupla Roma Senatosu’na bildirdi. Bu kısa ve özlü söz sadece Sezar‘ın zaferinin büyüklüğünü değil, onun askeri hünerini de vurgulamaktadır. Farklı bir bakış açısından bu söylem aristokratlardan oluşmuş ve geleneksel olarak Roma Cumhuriyeti‘ndeki en güçlü grubu temsil eden senatoyu küçümseyişinin bir göstergesi olarak yorumlanmıştır.
Sezar, bu savaştan sonra İtalya’ya ve sonrasında Roma’ya geçer. Galya, Mısır, Pontus ve Libya’ya hâkim olmuş, çokça da ganimet elde etmiştir. Bir kutlama ile halka bu zaferleri anlatır, askerlere yüklü miktarda paralar dağıtır ve halka ziyafetler verir. Son savaşını o dönem çok büyük ordular hazırlayabilmiş Pompeius’un çocuklarına karşı yapar. Roma’daki iç savaşta çok sayıda ölmüştür. Bu yüzden bu iç savaşı kazanmış olmak Sezar için asla övünülecek bir şey olmamıştır.
İç savaş sonrası Roma’da monarşinin iç savaşları sona erdirmesi için tek yöntem olduğu düşünülür ve Sezar ömür boyu diktatör olarak seçilir. Roma’nın mutlak hükümdarı olmuştur. Sezar, her zaman yaptığı gibi, ona karşı savaşanları affeder. Yalnız affetmekle kalmaz onları önemli görevlere de atar. Halkın devirdiği Pompeius heykellerini yeniden yaptırır. Çünkü ona göre önemli olan tek şey ülkede huzurun hakim olması ve halkın refah içinde yaşamasıdır.
Sezar’ın diktatör ilan edilmesinden sonra birçok senatör Sezar’ın tüm gücü elinde bulundurmasından korku duyar. Bu senatörlerden Brutus, Porcia ve diğerleri MÖ 44’te Sezar’a suikast düzenlemeye karar verir. Brutus, Pompeius ile Sezar arasındaki savaşta Pompeius’un tarafını tutmuş, savaşı Sezar kazandıktan sonra Sezar’dan af dilemiş, Sezar da hem kendisini affetmiş hem de onun konsül seçilmesini sağlamıştır.
Brutus monarşiyi yıkmak istemektedir. Ancak Sezar’ın ona olan güveni ve yaptığı iyilikler harekete geçmesini engelliyordu. Sezar, Brutus’un kendisine karşı suikast hazırlığında olduğunu duymuş ancak inanmamıştır. Brutus’un bu makama layık olduğunu ancak sadakatsizlik etmeyip kendisinin ölümünü beklemesi gerektiğini düşünmektedir. Ancak suikast planı çoktan yapılmıştır. MÖ 43 yılında Sezar’ın Senato’ya geldiği bir gün Brutus ve diğerleri Sezar’ın etrafını sarar. Kılıçlarını çekip Sezar’ı yirmi üç darbe ile senatoda öldürürler. İngiliz yazar Shakespeare’e göre Sezar, son nefesini vermeden önce elinde kanlı bir hançer tutan Brutus ile göz göze gelmiş ve tarihe geçen o son sözünü söylemişti: Et tu, Brute? (Sen de mi Brütüs?)

Sezar öldüğünde 56 yaşındaydı. Vasiyetini açtıklarında şunu gördüler; O her Romalı’ya kayda değer bir miras bırakmıştı. Bunu gören halk Sezar’ın katillerini aramaya koyulur ve Brutus ve süikastı hazırlayanlar Roma’dan kaçmak zorunda kalır. Brutus bir süre sonra intihar ederek ölür.
Sezar 56 yaşında ölse de Roma İmparatorluğu, onun zaferleri ve Roma kültürünü günümüzde de hissedilecek şekilde yayabilmesi sayesinde 500 yıldan daha uzun bir süre ayakta kalmıştır. Çıkardığı kanun ve kararnameler ile günümüz hukuk sisteminin temelleri olarak kabul edilen Roma hukukunun da temellerini atmış, Roma dilini, yasalarını ve hukukunu tüm Avrupa’ya yaymıştı. Nitekim“Roma ruhunun sınırlarını genişletmek, Roma İmparatorluğu’nun sınırlarını genişletmekten çok daha önemlidir” sözü de hedeflerine ışık tutmaktadır. Zaferleriyle kendisinden sonra gelenlere imparatorluğu asırlarca yaşatabilmelerini sağlayacak görkemli bir ordu bırakmıştı. Cesareti, azmi, liderliği ve mühendislik harikası savaş stratejileri onu mutlak hükümdarlığa taşımış ve diğer başarılı komutanlar ile birlikte tarihe adını kaydettirmeyi sağlamıştı.

Bu yazımızda İskender ve Sezar’ın yaşamlarını, onları tarihe yazdıran kişilik ve başarılarını inceledik. Her iki yaşama da baktığımızda, ölçülü yaşamları, okumaya, araştırmaya, hatta yaşamaya yönelik disiplinleri, savaş stratejilerindeki esnek düşünce biçimleri ve yaratıcılıkları göze çarpıyor. Halkın sevgisini kazanmış, cesaret ve azim ile birlikte, savaş ganimetlerini halkla ve askerleriyle paylaşarak cömertliği yaşamış, bu sayede her biri birer kahramana dönüşmüş askerler yetiştirmeyi ve önderlik etmeyi başarmış komutanlar çıkıyor karşımıza. Askeri zaferlerin yanında, politikadaki başarılar, sanata ve kültürlere verdikleri, bu sayede kültürlerin tüm Dünya’ya yayılmasını ve harmanlanmasını sağlayan değer, savaştan çok barış zamanlarını önemseyen, egemenlik altındaki tüm topraklarda insancıllığı, vatanseverliği, yenilemez güç ardındaki merhameti ve sevgiyi yeşerten iki komutan. Ve tarihte bu şekilde anılmalarını sağlayan denemekten vazgeçmemiş, rehavete düşmemiş, tecrübeyi en değerli öğretmen saymış karakterlerini görüyoruz. Bir sonraki tarihler karşılaştırması yazımızda görüşmek üzere.
Özlem ÇULHACI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder